İlahiyat, Ankara, 2015
Tasavvuf’un en önemli meselelerinden
birisi, “hayvan-ı nâtık” “konuşan bir canlı” olarak yaratılan varlığı, insan-ı
kâmil makamına ulaştırmaktır. Bu hakikaten uzun ve meşakkatli bir süreçtir ve
tasavvufa göre elest bezminde, kalû belâda, yani rûhlar âleminde başlayan bir
yolculuktur. Allâh Teâlâ gizli bir hazine iken bilinmeyi istemiş ve rûhlar âleminde
“kün” “ol” emri ile tüm rûhları yaratmıştır. İşte bu yaratılış, aslında, bir
yolcuğun da başlanıç noktası olmuştur. Pekçok merhaleden geçen rûh sonunda
beden elbisesini giyerek yolculuğun birinci aşamasını tamamlamıştır.
Yolculuğun ikinci aşamasını Hz. Âdem ve
Hz. Havvâ’nın yaratılışı üzerinden takip etmek mümkündür. Yaratılan ve ilâhî
güzellik karşısında meftûn olan insan, cennet adı verilen yerde bu aşk ile
yaşarken, dahilî ve hâricî düşmanlarının ayartması sonucu bu ilâhî güzellikten
uzaklaştırılarak cezalandırılmıştır. İnsanın dünya ile imtihanı da tam burada
başlamıştır. Kamışlıktan kesilen ney misali insan, bu ayrılığın acısını
derinden hissetmiş ve yeniden eski günlerine dönmenin mücadelesi içinde
olmuştur.
Cennetten kovulan ve dünyaya sürgün edilen
insanın, tekrar o güzel günleri elde edebilmesi için artık yenmesi gereken
düşmanları vardır. Bu düşmanlar, aslında, onun cennetten kovulmasına sebep
olanlardır. İlâhî güzelliğe yeniden kavuşabilmenin bedeli olarak onunla
birlikte yeryüzüne indirilmişlerdir. Bu düşmanların başında nefs adı verilen,
insanın içine yerleştirilmiş latîf bir unsur ve mahiyetini tam olarak
bilmediğimiz yedi başlı bir ejderha gelmektedir. Nefs, kişiyi savuran, onu
uçurumlara sürükleyen, rezil ve rüsvâ eden, dünya ve âhiret hayatını karartan dahilî
bir düşmandır. Nefs, ehlileştirilmesi gereken huysuz bir at gibidir. Onu yenmek
ve ehlileştirmek dünyanın en meşakkatli işlerinden biridir. Hz. Peygamber’in
bir savaş dönüşünde, nefisle mücadeleyi kastederek sahabeye: “küçük cihattan
büyük cihada” döndüklerini ifade buyurmaları bu sebepledir. Dünya hayatı bir
cihetiyle savaş meydanı olarak telakki edilmiştir. Bu kavga, insanı insan yapan
değerleri yok eden iç ve dış düşmanlara karşı verilen bir savaştır. Bu kavga,
aslında, rûh ile nefsin, gönül ile nefsin kavgasıdır.
İnsanı cennetten uzaklaştıran Allâh Teâlâ,
büyük değer verdiği insanı yalnız bırakmamış, sonsuz merhametinin bir tezahürü
olarak, gönderdiği peygamberler ve ilâhî kitaplar vasıtasıyla ona destek
olmuştur. Yürünmesi gereken yolları, mücadele yöntemlerini ve yeniden kendisine
ulaşmanın sırlarını, bu kitaplarda, peygamberleri vasıtasıyla izah ve ifşa
etmiştir. Yine de bu uzun ve meşakkatli hayat yolculuğunda, nasıl bir yaşam
seyri takip edeceğine, insanın kendisinin karar vermesini murad etmiştir. Bu
bağlamda onu, insanlığın zirvesi olan insan-ı kâmil makamına ulaşma veya
esfel-i sâfilîn gayyâlarına yuvarlanma hususunda muhayyer bırakmıştır.
Âlimler ve şeyhler peygamberlerin mânevî vârisleri
kabul edilmişlerdir. Özellikle mutasavvıflar, insanın mânevî eğitimini öne
çıkarmışlar, insanın nefs ile olan mücadelesinde ona yardımcı olmak görevini
üstlenmişlerdir. Bir görüşe göre mürşidsiz insan, nefs karşısında yenilmeye
mahkumdur. Seyr ü sülûk tek başına tamamlanamaz. İradesini mürşide teslim etmiş
olan mürîd, bu mânevî yolculukta rehberinin emirlerini harfiyyen yerine
getirmelidir. Zira kendisi daha önce bu yollardan geçmiş ve nefsi yenmiş olan
mürşid, nefsin yenilebileceğini ispat etmiş kişidir. Mürşid, mürîdi ile
birlikte bu yedi başlı ejderhanın başlarını bir bir keserek onu yok eder ve mürîdi
insan-ı kâmil makamına ulaştırır. İnsan-ı kâmil makamı ise; neyin kesildiği
kamışlık, insanın bir zamanlar ayrılmak zorunda kaldığı ilâhî güzelliğe ulaşma
makamıdır.
Bu küçük çalışmayı tamamlama imkanı veren rabbime
hamd ü sena ederim. Gayret bizden tevfik Allâh’tandır. Çalışmamda yardım ve
desteklerini gördüğüm değerli bilim adamı hocalarıma ve dostlarıma teşekkür
ederim. Öte taraftan bir akademisyenin bütün kahırlarını vefakârca çeken
değerli eşime ve kendisine çok vakit ayıramadığım kızıma da şükranı bir borç
bilirim.