Fîhi Delâletün Kavramının Zemahşerî ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî Tefsirlerinde Mukayesesi: Tefsirde Anlamın Katmanları ve Yorumun Epistemolojisi


YILDIRIM A.

Tefsir Araştırmaları Dergisi, cilt.9, sa.2, ss.870-888, 2025 (TRDizin) identifier identifier

  • Yayın Türü: Makale / Tam Makale
  • Cilt numarası: 9 Sayı: 2
  • Basım Tarihi: 2025
  • Doi Numarası: 10.31121/tader.1769043
  • Dergi Adı: Tefsir Araştırmaları Dergisi
  • Derginin Tarandığı İndeksler: Central & Eastern European Academic Source (CEEAS), TR DİZİN (ULAKBİM)
  • Sayfa Sayıları: ss.870-888
  • Dokuz Eylül Üniversitesi Adresli: Evet

Özet

Klasik tefsir literatüründe ayetlerin anlam derinlikleri, sadece zahirî manalarla sınırlı kalmayıp, aynı zamanda delâleti yönüyle de tahlil edilmiştir. Bu bağlamda Zemahşerî (ö. 538/1144) ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî (ö. 710/1310) gibi iki büyük müfessirin metin çözümlemelerinde “fîhi delâletün” ifadesini kullanmaları dikkat çekicidir. Bu çalışma, klasik tefsir geleneğinde özellikle Zemahşerî ve Nesefî’nin eserlerinde yer alan “fîhi delâletün” ifadesinin anlam çerçevesi, işlevi ve epistemolojik boyutunu incelemektedir. “Fîhi delâletün” ifadesi, Kur’an metnindeki lafızların doğrudan açık anlamının ötesinde, dolaylı ve ihtimale dayalı manalara işaret eden, aynı zamanda yorumda ihtiyatı önceleyen bir terminolojik kalıp olarak öne çıkmaktadır. Araştırma, bu kavramın tefsirde anlam üretimi ve sınırlandırma süreçlerindeki rolünü, müfessirlerin metodolojik eğilimleri bağlamında değerlendirmektedir. Aynı zamanda bu çalışma; her iki müfessirin dil ve usûl yaklaşımları, kelâmî arka planları ve tefsir metodolojileri dikkate alınarak, “fîhi delâletün” kavramına nasıl yaklaşım sergiledikleri mukayeseli olarak ortaya koymayı amaçlamaktadır. Zemahşerî, mecaz, kinaye ve istiʿâre gibi belâgat araçlarını anlam genişliği için kullanırken, “delâlet” kavramıyla keyfî yorumun önüne geçmeyi hedeflemiştir. Nesefî ise özellikle açıkça belirtilmeyen alanlarda, te’vilin sınırlarını belirlemek ve metodolojik tutarlılığı korumak amacıyla bu ifadeyi tercih etmiş ve bazen kelamî düşünceye delil olarak kullanmıştır. Metodolojik olarak nitel araştırma kapsamında doküman analizi ve anlamsal içerik çözümlemesi yöntemleri kullanılmış; kavramın geçtiği ayet örnekleri üzerinden anlam sınırlarının nasıl çizildiği ortaya konulmuştur. Sonuç olarak, “fîhi delâletün” ifadesinin yalnızca dilsel bir unsur değil, aynı zamanda tefsirde bilginin meşruiyeti, anlamın epistemolojik sınırları ve yorum ihtiyatı açısından işlevsel bir araç olduğu tespit edilmiştir.
In the classical tafsīr tradition, the depth of Qur’anic meanings is not confined to their literal sense but is also analyzed in terms of their dalālah (implicature and indication). Within this context, it is noteworthy that two prominent exegetes, al-Zamakhsharī (d. 538/1144) and Abū al-Barakāt al-Nasafī (d. 710/1310), employ the expression fīhi dalālatun in their textual analyses. This study examines the semantic scope, function, and epistemological dimension of the expression fīhi dalālatun as it appears in the works of these two exegetes within the framework of the classical tafsīr tradition. The expression fīhi dalālatun emerges as a terminological formula pointing to meanings in the Qur’anic text that go beyond the immediately apparent sense, indicating indirect or possible implications, while simultaneously prioritizing caution in interpretation. The research evaluates the role of this concept in processes of meaning production and delimitation in tafsīr, particularly in relation to the methodological orientations of the exegetes. At the same time, this study aims to comparatively demonstrate how both exegetes approach the concept of fīhi dalālatun, taking into account their linguistic and methodological approaches, theological backgrounds, and exegetical methodologies. Al-Zamakhsharī, for instance, employed rhetorical devices such as metaphor, metonymy, and allegory in order to expand the semantic scope, while using the concept of dalālah to prevent arbitrary interpretation. Al-Nasafī, on the other hand, particularly resorted to this expression when dealing with areas not explicitly stated in the text, employing it as a methodological tool to set boundaries for taʾwīl and to preserve hermeneutical coherence, occasionally invoking it as evidence for theolo-gical argumentation. Methodologically, this study adopts a qualitative research approach, utilizing document analysis and semantic content analysis, in order to delineate the boundaries of meaning through exegetical instances where the phrase occurs. In conclusion, the expression fīhi dalālatun is identified not merely as a linguistic feature but as a functional device in tafsīr, one that plays a critical role in ensuring the legitimacy of knowledge, defining the epistemological limits of meaning, and maintaining interpretive caution.