Kalkınmanın Sürdürülebilirliği ve Sömürgeleştirme


Creative Commons License

Karaman Z. T.

Sürdürülebilir Kalkınma Gündeminde Afet Politikaları, Önder Bozkurt, Editör, TİAV Yayınları, Ankara, ss.187-206, 2022

  • Yayın Türü: Kitapta Bölüm / Araştırma Kitabı
  • Basım Tarihi: 2022
  • Yayınevi: TİAV Yayınları
  • Basıldığı Şehir: Ankara
  • Sayfa Sayıları: ss.187-206
  • Editörler: Önder Bozkurt, Editör
  • Dokuz Eylül Üniversitesi Adresli: Evet

Özet

KALKINMANIN SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ VE SÖMÜRGELEŞTİRME  

Zerrin Toprak KARAMAN

zerrin.toprak@deu.edu.tr

Erdemli davranmak, kinci davranmaktan iyidir,       Pişman olsunlar yeter ki, daha başka ne isterim…

                             Shakespeare, The Tempest’den

ÖZET

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda, doğal kaynakların akılcı olmayan yönetiminin etkileri, gittikçe kötüleşen bir değişim ortaya koymaktadır. Gelişmiş ülkeler, ekonomik durumları ve istikrarlı politik yapıları ile gelişmekte olan ülkelere göre daha şanslı durumdadır. Buna karşılık, doğal kaynakların oransal olarak azalması, gelişmekte olan ülkelerin hızlı etkilenen hassas ekonomilerini tehdit etmektedir. Yoksul ülkeler, doğal kaynaklarına büyük ölçüde bağımlıdır. Bir taraftan yüksek oranlardaki nüfus artışı, diğer taraftan toprak erozyonu, ticari kerestecilik faaliyetleri, ormanların yakılarak veya bir şekilde yok edilerek tarım alanlarına dönüştürülmesi, tuzlanma, yanan maddelerden geri kalan atık ve artıklar gibi insan faaliyetlerinin doğa üzerindeki etkileri ile sel baskınları, tahrip gücü yüksek fırtınalar, çölleşme gibi doğadan kaynaklanan çok ciddi çevre sorunlarıyla karşılaşılmaktadır. Savaşlar ve her çeşit ulus aşan sömürgecilik olgusu da, gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, hak edilmemiş gelir kazanma hırsının sürdürülmesine yol açmaktadır. Politik nedenler, iç savaşlar yanında yurt dışından gelen saldırılar vb çok yönlü etkilerle ortaya çıkan büyük göçler ve yerlerinden edinilen kalabalık mağdur nüfuslar sürekli dünyanın gündeminde kalacak gibi görünmektedir. Özetle kaotik ortamlar içinde, çoğu kere gerek insani gerekse doğa kaynaklı olsun global tehditler, biri diğerinin sonucu olarak da gelişebilmektedir.

Bu makalede, kalkınmanın sürdürülebilirliğinde en önemli bir engel durumundaki sömürgecilik faaliyetleri temel olarak incelenmektedir. Global ilişkiler ağında “sömürgeciliğin ekonomik boyutu ve afet” ilişkisini ortaya koyan bu çalışma alanında ilklerdendir.


Anahtar Sözcükler, İktisadi Kalkınma, Sömürgecilik, Afet Yönetimi 



KALKINMANIN SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ VE SÖMÜRGELEŞTİRME  

Zerrin Toprak KARAMAN

zerrin.toprak@deu.edu.tr

Erdemli davranmak, kinci davranmaktan iyidir,       Pişman olsunlar yeter ki, daha başka ne isterim…

                             Shakespeare, The Tempest’den

ÖZET

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda, doğal kaynakların akılcı olmayan yönetiminin etkileri, gittikçe kötüleşen bir değişim ortaya koymaktadır. Gelişmiş ülkeler, ekonomik durumları ve istikrarlı politik yapıları ile gelişmekte olan ülkelere göre daha şanslı durumdadır. Buna karşılık, doğal kaynakların oransal olarak azalması, gelişmekte olan ülkelerin hızlı etkilenen hassas ekonomilerini tehdit etmektedir. Yoksul ülkeler, doğal kaynaklarına büyük ölçüde bağımlıdır. Bir taraftan yüksek oranlardaki nüfus artışı, diğer taraftan toprak erozyonu, ticari kerestecilik faaliyetleri, ormanların yakılarak veya bir şekilde yok edilerek tarım alanlarına dönüştürülmesi, tuzlanma, yanan maddelerden geri kalan atık ve artıklar gibi insan faaliyetlerinin doğa üzerindeki etkileri ile sel baskınları, tahrip gücü yüksek fırtınalar, çölleşme gibi doğadan kaynaklanan çok ciddi çevre sorunlarıyla karşılaşılmaktadır. Savaşlar ve her çeşit ulus aşan sömürgecilik olgusu da, gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, hak edilmemiş gelir kazanma hırsının sürdürülmesine yol açmaktadır. Politik nedenler, iç savaşlar yanında yurt dışından gelen saldırılar vb çok yönlü etkilerle ortaya çıkan büyük göçler ve yerlerinden edinilen kalabalık mağdur nüfuslar sürekli dünyanın gündeminde kalacak gibi görünmektedir. Özetle kaotik ortamlar içinde, çoğu kere gerek insani gerekse doğa kaynaklı olsun global tehditler, biri diğerinin sonucu olarak da gelişebilmektedir.

Bu makalede, kalkınmanın sürdürülebilirliğinde en önemli bir engel durumundaki sömürgecilik faaliyetleri temel olarak incelenmektedir. Global ilişkiler ağında “sömürgeciliğin ekonomik boyutu ve afet” ilişkisini ortaya koyan bu çalışma alanında ilklerdendir.

GİRİŞ

Günümüzde sürdürülebilir kalkınma ve çevre koruma birlikteliğine ilişkin temel yaklaşım ülkelerin kalkınmasının engellenmeden, doğanın uzun dönemde korunması düşüncesine dayanmaktadır. Ayrıca, sürdürülebilirlik sadece var olan doğal kaynakların korunması değildir. Sürdürülebilirlik aynı zamanda kendi doğal kaynaklarına sahip olmak ve egemen devlet olarak kullanabilme kabiliyetini koruyabilmektir.  Bu tartışmalar sürdürülebilirlik kavramının, sadece ekolojik değil ekonomik-politik anlam içermesinden de kaynaklanmaktadır.

Sürdürülebilir Kalkınmanın getirdiği temel felsefe; Rio Zirvesi(1992) ve Gündem 21’de değerlendirildiği gibi, ekonomik ve sosyal ölçütlerin yol göstericiliğinde bugünün ve geleceğin refahını belirlemek, insanın verimliliğini artırırken, doğal kaynakların akılcı kullanımını sağlamaktır. Garrett James Hardin (1915-2003), “The tragedy of the commons” adlı çalışmasında, “gerçek trajedi, toplumdaki sahiplenilen kaynaklar değil, kimse tarafından sahiplenilmeyen kaynaklardır” demektedir. Şüphesiz bu tanımlamalarda ortak nokta, çevre hakkının gözetilmesi(1972), toplumsal refahın sağlanmasıyla başlatılan sorumluluk ile yaşanabilir yerleşimler göstergeleriyle, ülkenin ve dünyanın huzurlu yaşamının sürekliliğinin sağlanmasıdır. Son otuz yıldır çevre ve çevreye ilişkin çok yönlü sorunların önlenmesi çalışmaları uluslararası düzeyde gittikçe daha fazla yer almaktadır. Aslında insan hayatının tüm yönleri, “yaşam kalitesi göstergeleri” açısından kalkınma ve çevre koruma bağlantılı olarak değerlendirilmektedir. Dünyanın yaşadığı doğa ve insan kaynaklı tehditler ve yarattığı krizler, bilinen kalkınma stratejilerinin ve öne çıkardığı kavramların yeniden gözden geçirilmesini sağlamıştır. Birleşmiş Miletler öncülüğünde 1980 yılında hazırlanan Brandt Raporu’nda güvenlik olgusunun ekonomik yönüne vurgu yapılmıştır. Bu raporda güvenliğin yalnızca askeri olmadığı ekonomik güvenliğinde en az askeri güvenlik kadar önemli olduğu vurgulanmıştır (https://cdn.odi.org/media/documents/6638.pdf).

 

Sürdürebilirlik ve kalkınma göstergeleri ayni zamanda geliştirilmiş güvenlik tanımları ile örtüşmektedir. Ekonomik güvenlik “istihdam ve yoksulluğa karşı önlemler” içinde hareket ederken çeşitli nedenlerle ortaya çıkan açlık ve kıtlığa karşı  “gıda” , sağlık, çevresel, kişisel ve politik baskı ile gelen insan hakları ihlallerine karşı önlemler, demokrasinin işlevselliğini sağlama birbirini destekleyen olgulardır.

Toplumsal kapasiteyi oluşturan özellikler de sürdürülebilirlik kavramının içinde yer almaktadır. Uygun sayısallıkta, yenilikçi, birlikte sinerji yaratabilme yeteneği, örgütlenebilme kapasitesi olan bireylerin yaşadığı yerleşimlerde sektörel bütünleşik düşünebilen yaratıcı, yenilikçi, girişimci vb özellikleri ile daha çok nüfuslu alanlar itibariyle akıllı (smart) kent[1] ile sürdürülebilirlik sözcükleri birlikte kullanılmaktadır. Hedef toplumsal kalkınma ve kapasite artışı olsa da insanlık tarihi, adaletsiz bir politik arena alanıdır.

 

İnsan kaynaklı faaliyetler, ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizliği daha da artırmaktadır. Bu eşitsizlik kuşkusuz birdenbire ortaya çıkmamıştır. Tarihten gelen, her türlü kaynağı tüketen bir davranış biçimini kendinden sonraki yıllara ve çağlara aktararak, kendi bakış açısıyla ya da felsefesiyle, gelişme vaadi gibi bir “ilgi/algı” yoluyla geldikleri topraklarda yeni yeni sömürgeleştirme yollarını bularak evrilmektedir. Sömürgecilik; kaynaklarına sahip çıkıp koruyamayan ve güçlü devletlerle rekabet edemeyenler ile çağa göre değişen teknolojik gücü ile ortaya çıkan ve bu gücü devam ettirmek için kaynak veya kurban arayanlar arasında gelişen katliamdan beslenen, ıstırap öykülerinin süregittiği bir olgusal gerçeklik olarak değerlendirilmektedir.

Doğa olayları ve insan faaliyetleri nedeniyle, farklı tehlike seviyelerinde meydana gelen afetler, küresel, ülkesel ve bölgesel olmak üzere çeşitli ölçeklerde ve giderek artan oranlarda, yaşam kalitesini tehdit etmektedir. İklim değişikliklerinden etkilenen atmosferik olaylar, dünyada afetleri çeşitlendirmiş, güç ve etki alanını genişletmiştir. Afetler tipleri itibariyle etkilerine bağlı olarak farklılıklar da gösterebilen çeşitli güvenlik tehditleri yaratmaktadır.

Afet tipleri; doğrudan iklime bağlı: şiddetli sıcak, şiddetli soğuk, kuraklık, fırtına, hortum gibi konuları kapsadığı gibi;  jeolojik: deprem, toprak kayması, kaya düşmesi, çığ, volkan patlaması, tsunami; teknolojik: biyolojik, nükleer, kimyasal silahlar ve çeşitli kazalar (maden, sanayi) ile siber saldırılar; siyasi: savaşlar ve terör; biyolojik: erozyon, orman yangınları ve salgın hastalıklar, böcek istilaları gibi çok çeşitli konularda ortaya çıkmaktadır. Bu afetlerin birkaçı bir arada da olabilmektedir. Bu nedenle de afet yönetimi, güvenlik tedbirleri itibariyle, farklı uzmanlıkların gerektiği disiplinlerarası araştırmalara ve bütünleşik kurumsal yapılanmalara ihtiyaç göstermektedir.

Ancak insanın yok edici faaliyetleri, doğanın vurucu etkisinden daha fazla yaşamın güvenli dengesine zarar vermektedir. Afetin, ülkelerin gelişmişlik ve az gelişmişliğine yönelik olarak etkisini gösteren, çoğaltan özelliğini; nüfus dengesi ile sosyo-kültürel ve ekonomik göstergeler içinde açıklamak teorik olarak kolaydır. Mamafih bu değişkenleri kontrol etmek kolay değildir. Oysaki sürdürülebilir kalkınma, sorunların bilimsel olarak daha iyi anlaşılmasını gerektirmektedir. Ülkeler, sürdürülebilir kalkınma amaçlarına ulaşmak için gerekli bilgiyi ve yeni teknolojiyi paylaşmalıdırlar.

Bu temel ilkesel uluslararası küresel çağrıya karşılık, çağlara yayılan,  “insan kaynaklı afet” tanımına girebilecek sömürgecilik zihniyeti, yeni enerji kaynakları vb. gibi konuları geliştirme vaadi ile gelse de, süreç içinde geldikleri ülkeleri her bakımdan yoksul ve yoksun bırakarak yok edişlerle sonlanan sınırsız sömürü pratiğine dayanmaktadır. Neyin doğru ve adil olduğunu da ülke yönetimi aracılığıyla halklara dayatarak, günümüzde de sömürü düzeni, hak edilmemiş sermaye birikiminin temel yöntemi olarak, dünyanın dört bir yanında devam etmektedir. Özellikle dünyada giderek artan afet tiplerinin, emperyalist etkileri, sömürgeleşmenin sebep-sonuç ilişkisi içinde daha da görünür hale gelmektedir.

Bu başkasının topraklarındaki kaynakları tüketen sömürme sürecinde, sömürülen ülkelerde, siyasi emperyalizm etkisiyle, idareciler, siyasi kukla (political puppetry) haline getirilmektedir. Bu oyunun diğer paydaşları da, hatta uluslararası çevre merkezli kuruluşlar da, ulusların kendi kaynaklarının yönetimini engelleyerek, eko-emperyalizmin uygulanmasına yardım etmektedir (Soomin ve Shirley, 2009: 848, 856). Bir yönüyle hangi iddianın doğru olduğuna dair ortaya çıkan ikilemler bilimsel makaleler de sorgulanmaktadır. Aşağıda sömürgecilik ile kaynak gaspı ilişkisi tarihi süreç içinde, tarihten getirdiği göstergeleri itibariyle kısaca incelenmektedir.

1. TARİHTE SÖMÜRGECİLİK

M.Ö II. ile I. bin dönemi arasındaki bin yıl Mezopotamya’daki imparatorlukların kendi aralarında ve Mısır’la olan mücadele dönemidir. Kıyı şehirlerinin gelişimine elverişli şartlar, Fenikeliler örneğinde, bu kıyı bölgesi yönetimlerini, Akdeniz’deki büyük maceralara ve Batı Akdeniz’in çehresini köklü bir şekilde etkileyecek olan kolonilerinin başlangıç noktasını oluşturmaya itmiştir (Eco, 2019: 206). Kuzey Afrika kıyılarındaki önemli bir koloni olan Kartaca (MÖ 814), bu dönemde kurulmuştur. Birkaç on yıl içerisinde Kıbrıs’tan Atlantik kıyılarına (Cadiz, Tanca, Lixus ve diğerleri), Kuzey Afrika kıyılarında (Kartaca’nın yanısıra Kyrene, Cerbe, Leptis Magha, Naukratis, Utika), Sicilya’da (Mozia, Palermo, Solunto), Sardinya’da Bithia, Cagliari, Nora, Sulcis, Tharros) sayısız Fenike ve Pön ticari üsleri ve kolonilerinin kurulduğu ve bu listenin uzayıp gittiği, Ege’de Kythira, Rodos, Thassos, Telos, Thera; Akdeniz’de daha küçük adalardan Gozo, Lampedusa, Malta, Pantelleria; İspanya’nın doğusunda ve Balear adalarında Abdera, Baria, Cartagena, Malaga, Ibiza’nın koloni merkezleri oluşmuştur (Eco, 2019: 210). MÖ VIII. yüzyıl ortalarına doğru, Asurlular haraçlarla yetinmekten vazgeçip, toprakları ilhak etmeye karar verirken karşı gelenler ise diğerlerine ibret olacak bir şekilde, bu satırlarda yer veremeyeceğimiz bir vahşet örneği ile cezalandırılmıştır. O günden bu yüzyıllara başkasının malını talan, yağma ve ilhak kültürünü kendi gelişmişlik döngüsünü sürdürecek şekilde savaş yoluyla kullanım alanına almak devlet yönetiminin rutini haline gelmiştir. Tabii ki de sülale zulmü açısından Dünyanın bilinen en eski uygarlığı kabul edilen Sümer (MÖ 4000 - MÖ 2000) uygarlığına kadar da gitmek mümkündür. Irak'ın güneyinde yerleşik olan, Sümerler gibi birçok uygarlık tarihte, monarşiler ve hükümetler kapitalizmini, kendi sürdürebilirlikleri için her zaman araç olarak kullanmışlardır.

Tarihte, Avrupa yayılmacılığı, “emperyalizm”in ilk ifadesi olarak Haçlı Seferleri ile başlamaktadır. Frietz Rörig. “ Haçlı seferlerinin biricik gayesinin Doğunun kaynaklarının, Batıya taşınması olduğunu” (Rörig, 1945: 24) açıklıkla ilk söyleyenlerdendir. Oysa Batılı gelenek, bu katliam hareketliliğini, aslında bir Hıristiyan toprağı olan Kutsal Toprakların, İslam’ın elinden geri alınması olarak yorumlamaktadır. Keşifler kadar, sömürgeciliğin tarihine yönelince kutsal savaş ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Anadolu, Suriye ve Filistin’le başlayan ilk haçlı seferi (1096), ikinci (1145) ve üçüncü (1189) ile devam etmiş, yabancı ülke topraklarına, günümüzde kolay ve haksız sermaye birikimi anlamına gelen ve kölelik olgusu ile desteklenen,  ganimet elde etme saldırıları için her zaman bir bahane bulunabilmiştir. Kuşkusuz bu makalenin asıl hedefi, tek tek örnek vermek yerine seçilen çeşitli araştırmacıların çalışmalarından gelen örneklerin ortaklığının (Ferro, 2017; Harvey, 2016; Braudel, 2004; Eco, 2015) farkındalığında, yüzyıllara yayılan toplumsal kalkınmama olgusunun “afetlerde su yüzüne çıkmasına” dikkat çekmektir.

Madalyonun bir tarafında terör ve vahşet; öbür yanında da yine ilk çağlardan, günümüze taşıdığımız  “uzlaşmacı politikaların” aracısı olan, diyalog ve demokrasi kelimelerine neden ihtiyaç duyulduğu gerçeği yer almaktadır. Yunan medeniyetinden günümüze gelen, "diyalog" kelimesi Yunanca “dia” ve “logos” kelimelerinin birleşiminden oluşur. “Dia”, “aracılığıyla” ve “aracılığıyla” anlamına gelirken “logolar”, "kelime veya anlam, ifade, ifade; bir şeyi belirtmek veya ortaya çıkarmak, bir araya gelmek" anlamına gelir. Felsefi bir kavram olarak, diyalog iki biçimsel kullanıma sahiptir. İlki, Platon'un (MÖ 427-347) gerçeği tanımlamak için kullandığı tartışma yöntemi, ikincisi ise Hegel ve Hegelciler tarafından kullanılmasıdır. Hegel'de (1770-1831) diyalog bir yöntem değil, doktrinin kendisidir, yani bir konuyla ilgili doktrin veya teoridir. Demokrasinin sağlanmasında temel bir araç olan diyalog, siyasi ve idari tercihlerle sağlanan barışçıl toplantı medyasında gelişebilecek sosyal uzlaşmayı gerektiren bir yaşam kalitesi tercihidir. İlkçağ tarihinden alıp günümüze getirdiğimiz bu gerçeği bulmak için yapılan tartışma yöntemi bugün temel ders olsa da, tarih boyunca duruma göre neden göz ardı edilmektedir?.

Günümüzde, akademik literatürde artan oranda Afrika, Asya'daki eski koloniler ve Latin Amerika’daki ortaya çıkan yoksullukla ilişkilendirilen çok yönlü zorluklara, afetlere yönüyle değinilmektedir. Küresel ilişkileri besleyen: çevre koruma, ekonomi ve iletişim ağında (Karaman ve Altay, 1997: 74-79), akademik çalışmalar eski koloniler kadar hala doğrudan sömürülen ülkelerdeki kötüye gidişi ortaya koymaktadır. Hatta Afrika’daki, Kuzey ve Güney ülkeleri arasında akademik değerlendirmelerin kendi içinde farkları olduğu ve birbirlerini çalışmalarında bilimsel olmaktan ziyade, siyasi davrandıkları için suçladıkları anlaşılmaktadır. Kimlikler veya aidiyetliğin, etik bilimsel duruşların bu tartışmalarda önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır. Bu konuyu çözümlemek için diyalog çağrısında bulunulmaktadır.

Avrupa ve Amerika başta olmak üzere, mobil ve küresel rekabetçi sermayenin kolay endüstriyel üretim için, kendisine her zamankinden daha düşük maliyetli alanlar açarak; yönetimin esnek olduğu yerlerde gayri resmi ekonomiler yaratarak, faaliyetlerini yürüttüğü bilinmektedir. İşin kötüsü her geçen gün, bu yabancı girişimlerin gittikleri ülkelerde kök salmakta olmalarıdır (Hamann vd., 2020: 5).  Bu tarz bir üretim ise, emek ve ücret sömürüsü dâhil;  çevre değerlerinin dikkate alınmaması anlamına gelmektedir. İdare tarafından kabul edilmesi yapılan yabancı kaynaklı ekonomik faaliyetlere meşruiyet sağlarken, peyzaj bozulmaları ve her türlü hak ihlalleri, kayıt dışılık yasadışılığa davetiye çıkarmaktadır.

Toplumdaki büyük mali boşlukların oluşturduğu ve yarattığı sosyal farklılıklar ve olumsuz sosyal etkiler neredeyse her ülkede benzerdir. Fakat sömürülen ülkelerde çok daha keskin sınırlar yerel halk aleyhine yapılandırılmıştır. Yukarıdaki satırlarda da yer aldığı gibi, “karar alma sürecine daha fazla katılımın, farklı kültürel gruplar içinde güven ve işbirliğinin yaratılmasına yardımcı olmayı teşvik ettiği” benzeri fikirler; uygulamada egemen devletlerin kendi anavatan (motherland) toprakları içinde geliştirilmektedir. Bu bakımdan rant kollayıcı düşünme, rasyonel insan davranışlarının ötesine geçmiş görünmektedir. Başka bir ifadeyle,  sömürülen bölgelerde, emperyalist çıkarları kollama hatırına, katılımcı mekanizmaların uygulanmadığı veya sözde uygulandığı görülmektedir. Yani tam bir ikiyüzlülük yaşanmaktadır.

2. SÖMÜRGECİLİK –AFETLER - EMPERYALİZM BÜTÜNLEŞİKLİĞİ

Sömürgecilik, yabancı bir toprağın işgal edilerek, oradaki yerli topluluğa boyun eğdirilmesini içeren bir tahakküm pratiğidir. Boyun eğdirme ve yıldırma en iyi ihtimaldir. Bugünkü terminoloji ile soykırım yapılarak, oraya kendi ülkesinden halklarını yerleştirmek öncelikli amaçtır. Sömürgeciliği tanımlamanın zor olduğu ve emperyalizmden farklı olduğu belirtilse de göstergelerini belirlemek ve hedef ortaklığını ortaya koymak “çok zor” değildir. Sömürgecilikte; “mekânı istila ederek yerleşme” “silahla” ve açıkça ölüm tehdidiyle göstere göstere askeri güçle “korkutarak, sindirme” temel unsurlardır. Bu yağmalama süreci idari, ekonomik, sosyo-kültürel alanları da baskı altına alarak gelişmektedir. Bu konuya araçsallıktan bahsedilirken ayrıca değinilecektir. Emperyalizm ve yeni emperyalizm ise bağımlı bir bölge ve/veya ülke üzerinde politik, ekonomik ve sosyal –kültürel kontrolü içermektedir. Askeri kontrol açıkça görünür değilse de zahiri olabilir.  Kaynaklara sınırsız kullanım için erişim adına, çevre değerlerine uymama ve toplum lehine kamu politikalarının oluşmasını engelleme, yoksullaştırma da tahrip edici unsurları oluşturan yöntemlerdir (Karaman, 2021:400-425).

Koloni sözcüğü, çiftçi anlamına gelen Latince kolonus kelimesinden gelmektedir. Kelimenin kökü anlamına göre; sömürgecilik uygulamasının genellikle bir ülke adına sömürecek ve gözü pek nüfusun yeni bir bölgeye transferi gerekmektedir. Yeni sömürülecek topraklara gelenler, menşe ülkelerine siyasi bağlılıklarını korurken kalıcı yerleşimciler olarak “görevli” geldikleri ülkede yaşamaktadır. Emperyalizm kelimesi ise, emir vermek anlamına gelen Latince “imperium” teriminden gelir. Bu nedenle emperyalizm terimi, bir ülkenin bir başkası üzerinde uzlaşma/ikna, egemenlik veya dolaylı denetim mekanizmaları yoluyla güç kullanma biçimi olarak tanımlanmaktadır. Emperyalizm olgusu, modern sömürgecilik olarak, dünyaya o kadar yayılmıştır ki, bir ülkenin kendi toprakları üzerinde emredici güce sahip olması öne çıkmış ve bu güce sahip olan ülkeler için egemen, emperial (imperium) anlamı kullanılmaya başlanmıştır.

Geçmişte korsanlık, kolonileştirme ve sömürü düzenini geliştirme (emperyalizm) ortamı, günümüzde de ihtiyaçların sonsuzluğu bağlamında ortadan kalkmamıştır. Esasen kalkınmanın “sürdürülebilir” olmasına dayandırılan temel hedefinde, alışılmış yaşam kalitesini sürdürme isteği de, sömürü düzenini ortadan kaldırmayacak bir gerekçelendirmedir. İnsan ve/veya doğa kaynaklı afetlerin dünya üzerindeki yaygın etkisi, gelişmiş veya değil, bütün ekonomileri vurmakta ve gelişmiş ülkeler karşılaştıkları ağır tahribatın giderilmesi, iyileştirilmesi çalışmalarındaki kaynak arayışını, gelişmemiş ülkelerden “her zamanki gibi” yağmalamayla sağlamaya çalışmaktadır. Bu tespite göre; iklim değişikliklerinin de hızlandırıcı etkisiyle, günümüzde çok uluslu şirketlerin genelde yönettiği yeni emperyalizm ve ötesinde sömürü faaliyetlerinin, önceki dönemlerdeki “korsanlık” olgusunun ilk haline doğru gidişinin yöntemlerini izlemek mümkündür.

Günümüzde yarattığı etkiler itibariyle, çoktan erken uyarı olmaktan çıkmış, bozulduğu somutlaşan ve hatta yaban hayatının içine giren, bir yaşam ortamı bulunmaktadır. Kuşkusuz sömürü düzeninin, yatırım-kalkınma ilişkisi içindeki gizlenme örtüsünün, emperyalist devletlerin üzerinden kaymaya başlamasının en önemli nedeni: çölleşme, tozlaşma, kıtlıklar ve sürdürülemez ya da konvansiyonel kaynakların tükenmeye başlaması ile aşırı artan nüfus baskılarıdır. Emek yoğun sektöre ihtiyaç duyulmadığında, nüfusu sabitleyen, en uygun nazariyeler canlandırılacaktır. Ancak ne kadar etkin olabilecektir?. Kapitalizmin toplumların refah düzeyini yükselten daha özgür ve daha barışçıl olduğuna ilişkin bir yorum Aydınlanma Çağı açısından önem taşısa da, bugün artık eko-emperyalizmin göstere göstere uygulandığı karanlık haliyle demode olmuştur (Kocka, 2018: 201).

Kapitalizm kavramı, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra daha yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kapitalizm için başlı başına bir tanım, 1896 yılında Meyers’in Konversations-Lexikon çalışmasında kullanılmıştır. Sosyalist ve kolektivist üretim biçiminden farklı olarak kapitalist üretim biçimini ifade etmektedir. Kapitalizmi anlamak için, klasiklerden, Marx, Weber ve Schumpeter’i aracılığıyla ekonomik dinamikleri, yönetimle ilişkilendirmekteyiz. Bu bilgilerden en önemlileri, 12. yüzyılın ilk yarısında filizlenen Hanse Birlikleridir (Kocka, 2018: 52-53). Avrupa ülkelerinin bir anlamda uluslararası tüccar topluluğu olan Hanse birlikleri, Tüccar kapitalizminin işbirliği ve ekonomi ile politika arasında bir iç içelik durumu hâkim olmaya başlayınca bu ilişkiye uygun yapılar kurulmaya başlamıştır. 15. yüzyıl, Tüccarların oluşturduğu konsey ve kent yönetimi, piskopos kentleri veya tüccar kentleri oluşumuna bağlı olarak düzensiz olarak toplansalar da, ortak kararlar alınmasına ilk örneklerdir. Mamafih, Tüccarlar tekel olmaya başlayarak rekabeti artırması yanında deniz aşırı ticaretin yaygınlaşması ile uluslararası rekabet Hanse’nin güç kaybına neden olmuştur. Bu tecrübe, güç birliği anlamına gelen, çok uluslu şirketler fikrini belki yaratmış olabilir?

İngiltere’de tarım ekonomisinde (Kocka, 2018: 98-99), 15. yüzyıldan 18. yüzyıla değin, gitgide daha çok küçük işletme ve tarım alanı satış, yutulma ya da birleşme yoluyla büyük işletmelerin bünyesine katılmıştır. Ortak mülkiyet alanlarının “toprak çevirme hareketi” olarak bilinen uygulamayla özelleştirilmesi, küçük mülkiyetlerin tek paydada toplanması ve aristokrasi ve burjuva mensuplarının yönlendirmesiyle köylü haklarını korumak şöyle dursun, büyük ölçekli tarımsal kapitalizmin ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. Devasa boyutlarda emek gücü açığa çıkmış ve niteliksiz işgücü olarak kentlere gelmiş ve sanayileşmeye ucuz emek gücü olarak hizmet etmiştir. “Yoksulluk ve itaat” ilişkisini belirten bu iki kelime, bugün sömürgeleştirme alfabesinin olmazsa olmaz gösterge olgusudur.

İnsan hakları tanısının her geçen gün daha da anlamının derinleşerek zenginleşmesi, algıları da değiştirmektedir. Emperyalizm pratiği, günümüzde yeni yeni her türlü tehdidi barındırmaktadır ve sömürülen mekâna her zaman yerleşilmesi de gerekmemektedir. Ama günün getirdiği iklim değişikliği koşullarında, buzulların erimesi, denizlerde su seviyesinin yükselmesi vb. nedenlerle yeni yerleşim tercihleri, eğer uygun bir yer ise, gelişebilir ve yeni mekânsal gaspların olabilirliği yüksek görünmektedir. Esasen bir ayağı sömürülen ve diğeri de ülkesinde olan misyoner tüccarlar, kendi ülkelerine yeterli istihbaratı da aktararak, adım adım izledikleri, gelişmenin önünün zamanında kesilmesini de tarih boyunca sağlamışlardır. Günümüzde, sömürgeciliğin geçmişine bakarak tamamen örtüşen bir tanımlama yapılamayabilir ise de; yazara göre sonuçları itibariyle çok gerekli de değildir. Günün getirdiği koşullar içinde karmaşıklaşmış hibrit yapılar nedeniyle birçok tanıtıcı unsur sömürgecilik ve emperyalizm tanımlarında biri diğeri yerine geçmiş ve uluslararası etkileşimlerle örtüşerek, üç boyutlu hale gelmiştir (Atina, Roma, Birleşik Krallık ve Amerikan Emperyalizmi gibi).

Yeni emperyalizm felsefesinin ne olduğunu üzerine çeşitli araştırmalar ve öngörüler üzerine çalışmalar incelendiğinde şu konular öne çıkmaktadır;

Gerçekte ülkede, ne olup bittiği konusunda kamuoyu bilgilendirilmemektedir. Beyan edilen gerekçelerin ne kadar inandırıcı olduğu, herkesi ikna edebilirliği ilk olarak sorgulanması gereken bir konudur. Bu sorgulama yaygın bir kabul için ikna, algı yönetimi, propaganda, medyatik akıl gibi araçları uygulama alanına hızla sokmuş ve geliştirmiştir. Ayrıca, her türlü üretimi, bilgi dâhil, engelleyerek toplumsal bilinçlendirmeyi engelleme ve toplum kalkınmasını yavaşlatma önemli bir taktiktir. Doğum odaklı nüfus patlaması ile yönetimden talep edilen, yaşam kalitesine yönelik ihtiyaçların standartlarının düşmesi veya ortadan kalkması yanında ortaya çıkan çevresel bozulma sürecinde, uluslararası aktörler kadar yerel aktörlerin de katkısı öngörülebilmektedir. Kontrolsüz hukuk dışı dış göçler de bir taktiksellik olarak, gelişmesi durdurulmak istenen ülkeye şu veya bu senaryo ile yönlendirilmektedir. Doğrudan güç kullanarak sömürme yanında, dolaylı kapitalizm yoluyla (özelleştirme), kaynakların kontrolü ile üretimi engelleme de tarım ürünlerini, madenleri vb. doğal kaynakları sömürme, “eko- emperyalizm” içinde değerlendirilmektedir. Nüfus ve nüfusa bağlı; doğum, ölüm, sağlık konularının devlet tarafından kontrolüne dikkat çeken Foucault’nun (1926–1984), biyo-iktidar ve biyo-siyaset olarak tanımladığı toplumu üretkenlikten alıkoyacak şekilde kontrolcü iktidarın, toplumu kontrol araçlarının yenisi de “ekolojik kontrol” olarak ilişkilendirilebilir boyuta sahiptir. Başka bir ifadeyle her türlü üretim ve bilgi akışını kolaylaştıracak mali araçlara sahip iktidarın, Devlet gücü olarak, kendi toplumunu zarara uğratması da mümkündür. Merkeziyetçi bir idare tercihine yönelme bu eylemi kolaylaştırmaktadır. Bağımsızlıklarına kavuşan ülkeler de, bu nedenle, kendi topraklarında nasıl köleleştirildiklerini tartışmasız söylemektedirler. Ortak söylemleri, ‘kendi ülkemizde birer yabancı olmuştuk’ (Ferro, 2017: 391). Literatürde bu konu, “uydu veya güdümlü ” devlet yapılanması olarak değerlendirilmektedir.

Emperyalizmin, eşitsizlikten güç alan ve bu gücü eşitsizliğin bozulmaması için kullanan, sınır aşan hâkimiyet ve karmaşık güç ilişkilerini ortaya koyan bir yöntem olduğu genel kabul görmektedir (Galtung, 2004: 25-46).  Öztürk, kapsamlı ve iyi bir anlatımla, “Et, süt, yumurta ve balık gibi hayvansal yiyeceklerin beslenmedeki avantajlı yerini bilen gelişmiş ülkeler, ürettikleri tahılların büyük bir kısmını hayvanlarına yem olarak yedirmekte ve küçük kayıplarla ete, süte, yumurtaya çevirmektedirler. Yem olarak da kullanamadıkları veya teknik güçlükler dolayısıyla yem olarak kullanılamayan üretim fazlalarının satılacağı ve insan yiyeceği olarak değerlendireceği yer ise, geri kalmış memleketlerin pazarlarıdır. Bu pazarları kurmak ve geri kalmış toplumları bu istihsal fazlalarına muhtaç bir duruma getirmek için takip edilecek yol gayet iyi bilinmektedir. Esasen cahil ve gerçeklere nüfuz edemeyen geri kalmış toplum içinde anahtar adam (Key Man) denilen kişiler çeşitli usullerle yüceltilerek, sözü dinlenen ve saygı duyulan kişiler haline getirilmekte ve daha sonra bunların yardımı ile operasyonlara girişilmektedir” (Öztürk, 2009: 50) görüşünü açıklıkla belirtmiştir. Bu kolonileştirme taktiği önemli olmakla birlikte, emperyalizm bir pazar genişlemesi değerlendirmesine indirgenemeyecek kadar tehlikeli bir istila olgusudur. Ülkede, yaşam koşulları arasında bir uçurum ortaya çıkmakta ve belli bir zaman içinde gözlemlenebiliyorsa “emperyalist” bir müdahaleden söz edilebilmektedir. Bu süreç uzun yıllara yayıldığında; yeni nesil fark etmeyebilir ise de, uygulayıcıların (Key Man) acele etmesi ve sektörleri alt üst eden etkili hastalıklar, fark edilmeyi görülen o ki kolaylaştırmaktadır. Konuya ilişkin göstergeler nelerdir?

Emperyalizmin temel davranışı, i)kendinde olmayıp, başka bir ülkede olan kaynaklara sahip olma, ii) kendinde olanı koruma (sürdürülemez enerji kaynakları gibi), uygun gördüğü bir zaman kullanmaya erteleme ve ihtiyaçları başka ülkenin kaynaklarından karşılama, iii) başka ülkenin kaynaklarını zor kullanarak kullandırmama ve uygun bir zaman kullanım için bekletme. Kendinde olmayanı satın alma ve/veya kendi olsa da kaynağı koruma ve ihtiyaç duyulan materyali başka bir ülkeden temin etme. Bu metot egemen ülkenin, ülke içinde uyguladığı bölgesel gelişme teorileri için de aşağı yukarı benzerdir. Ancak emperyalist alışveriş, görünürde, halk istese de istemese de, her iki ülkenin yönetimlerinin rızası ve uzlaşması ile ortaya çıkan bir ticari alışveriştir.

Çağa göre teknolojik ve askeri anlamda güçlü bir ülkenin, kendinde olmayanı, aldığı ülkeye bir şey vermeden alıp götürme sömürgeleştirmenin ilk aşaması iken, petrol, maden vb. kıymetli değerleri gülünç bir fiyattan alma ikinci aşama olarak değerlendirilmektedir (Galtung, 2004: 34). Karşılıklı ilişkiler ağında kaynakların kullanıldığı ülke egemen veya egemen olmayan tanımlamasına bağlı olarak anlamlandırılmaktadır. Egemen değil ise, ülkenin kolonileştirmesi veya toptan sömürgeleştirme söz konusu iken, kendi kaynaklarını egemen devlet olarak kullandıran ülke, güçlü olan ve alan ülkeye bağımlı olsa da, çevresel bozulmayı kalkınmanın bir diyeti olarak gören bir anlayışı sürdürmektedir. Başka bir ifadeyle sömürülmeyi kabul eden ülkede, halkına izah ettiği bir kalkınma iradesi bulunmaktadır. Bu tip bir anlaşmanın, kalkınma vaadi ile ülkeleri daha da yoksullaştırmaya iten bir ekolojik emperyalizme yol açtığı genel bir yaklaşımdır. Teknolojik gelişmelerden destek alarak, geliştirilmiş baskı ve korkutma modelleri ile desteklenen hileli seçimler yoluyla, idare sömürülmeyi kabul ettiren hibrit modeller de oluşturabilir.

Manda ve himaye politikalarına iyi bir örnek olarak, Afrika’nın sahra altı ülkelerinde insan sağlığını, mülklerini, geçim kaynaklarını ve doğal çevreyi afetlerin etkisinden korumak için bir dizi strateji, politika ve kurumsal düzenleme geliştirse de, riskin gittikçe karmaşıklaşan doğası ve etkileri dikkate alındığında, iyileştirilecek çok önemli alanların bulunduğunu belirtmek yerinde olacaktır. İklim değişikliği, çevresel bozulma, artan gelir eşitsizliği ve yönetilmeyen kentleşme gibi süreçler, afetlere dayanıklı olmayı yavaşlatmaktadır. Bu ülkelerinde afet riski çok yönlüdür ve hızla değişmektedir. 2008-2018 dönemini içeren, on yılda, 157 milyondan fazla kişi doğrudan ve dolaylı olarak 44 ülkede afetlerden etkilenmiştir. Afet vakaların çoğu doğa kaynaklı tehlikelerle ilişkilendirilmiştir. Hızlı nüfus artışı, kentleşme, gayri resmi arazi işgali ve yoksulluk, Afrika ülkelerinde afete maruz kalmanın ve savunmasızlığın temel itici güçleri arasındadır. Bu tespit yapılmakla birlikte, birçok Afrika ülkesinde, hızlı nüfus artışı, kentleşme ve iklim değişikliği ile ilişkili yeni risklere karşı altyapı geliştirme, düzenleyici yapılar ve risk yönetimi yetenekleri geliştirilememiş veya hızına ayak uydurulamamıştır. Afrika'daki felaketler; hidro-meteorolojik veya iklimsel tehlikeler, ağırlıklı olarak kuraklıklar, seller, fırtınalar ve kasırgalar tarafından tetiklenmektedir. 2010 ve 2018 yılları arasında doğal afetlerden kaynaklanan afetlerde 47.543 ölümle sonuçlanan vaka bulunmaktadır. Teknolojik tehlikelerle ilişkili afetler 15.173 kişinin ölümüne neden olmuştur. Yine bu dönemde, 225.237 yaralanma afet olaylarına bağlanmıştır. Bunlardan 210.861 yaralanma doğal tehlikelerden ve 14.376 yaralanma teknolojik tehlikelerden kaynaklanmıştır. Doğal afetlerle ilişkili afetlerden ölümlerin çoğu salgınlardan (%37,418 veya %79), sellerden (%6,468 veya %14) veya heyelanlardan (%2,055 veya %4) kaynaklanmıştır. 2008 ile 2018 arasındaki dönemde 100.000'den fazla kişi teknolojik tehlikelerden etkilemiş ve 15.173 kişi ölmüştür. Teknolojik tehlikelerle ilişkili afet olaylarında, ulaşım kazaları (karayolu, su, demiryolu ve hava) toplam meydana gelen olayların %81'ine tekabül gelmektedir. %12 oranında çeşitli kazalar (yapısal çökme, patlamalar, yangınlar ve diğerleri) ve %7 oranında ise, endüstriyel kazalar (kimyasal dökülmeler, yapısal çökme, patlamalar, yangın, gaz sızıntısı, zehirlenme, radyasyon ve petrol sızıntıları) yer almaktadır. 2008-2018 yılı içindeki toplam 711 Afet içinde, sel %47, salgın %29, fırtına %11, kuraklık %8, toprak kayması %3, deprem %1 (UNDRR, 2020: 2-4), oranlarındadır.

2017 FAO Raporu da gelişmekte olan ülkeler yönüyle, çeşitli afetlerin etkilediği özellikle tarımsal gerileme ve yoksulluk açısından iç açıcı değildir. Rapora göre; 1980'den beri, doğal afetler dünyanın her kıtasını ve bölgesini artan sıklık ve yoğunlukla vurmuştur. Jeofizik, iklim ve hava ile ilgili afetler ve hayvan salgınları, bitki zararlıları ve hastalıkları (besin zincirinin arkasındaki biyolojik felaketler) acil durumlar oluşturmaktadır. Küresel düzeyde, bu tip afetlerden kaynaklanan ekonomik kayıplar artık her yıl ortalama 250 milyar ila 300 milyar dolar arasında değişmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde de yılda ortalama 260 doğal afet meydana gelmektedir. 2005-2016 yılları arasında her yıl ortalama 54.000 kişi afet nedeniyle ölmekte, 97 milyondan fazla kişiyi olumsuz etkilemekte ve yıllık ekonomik kayıp ise ortalama 27 milyar ABD dolarına mal olmaktadır. Afetlerin tarım üzerindeki etkileri nadiren sayısallaştırılsa da, yine de tarım, gelişmekte olan ülkelerde ana ekonomik faaliyetlerden biri olma eğilimindedir ve orta gelirli ülkelerde ulusal GSYİH'nın ortalama yüzde 10 ila 20'sine ve düşük gelirli ülkelerde yüzde 30'un üzerinde katkıda bulunduğu için olumsuz etkisi afetlerin güçlü olmaktadır. Afrika'da bazı durumlarda bu pay yüzde 39'a (Nijer) veya yüzde 41'e (Etiyopya, Mali) ulaşabilmektedir. Ayrıca, sürdürülebilir tarım, toplumsal mukavemet açısından, gıda mukavemeti olarak önemli bir rol oynamaktadır. Küçük ölçekli çiftçiler ve kırsal nüfus için kalıcı istihdam, yeterli gelir ve insana yakışır yaşam ve çalışma koşulları sağlarken kalkınmanın sosyal, ekonomik ve çevresel yönlerini dengelemektedir. (FAO, 2017: 2-4 ve 26). Oysaki afetler mahsul büyümesine, hayvancılığa zararlı olmakta; balıkçılık ve su ürünleri üretimine ciddi şekilde zarar verebilmektedir. Kuraklık uzun süreli su kıtlığına ve aşırı ısıyı neden olurken, mahsullerde stres ve bitkinin yaşam döngüsünü olumsuz etkileyerek verimi düşürmektedir.

Afrika için genel metodolojik yaklaşım, ülkelerin, ortalama benzer sorunlara sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle de, “kurtarma için kurumsallık nasıl oluşturulacaktır”,  kurtarma çalışmaları için yeterli ulusal kapasite (değerlendirme, planlama ve uygulama) var mıdır? Kurtarma faaliyetleri hükümet programlarında nasıl desteklenmektedir; Hükümet programlarında tasarlanan ile uygulama arasındaki linklerde iyileşme sağlamakta mıdır; İnsani müdahale ve iyileşme aşamasındaki geçişler nasıl gelişti ve ülke düzeyinde gerçekleştirilebildi mi? gibi benzeri sorgulamalara dayanılan UNDP (UNDP, 2019: 7-10) gibi uluslararası çalışmalarda, afetlere karşı toplumsal mukavemetin yetersiz olduğu, sömüren ülkelerin manda ve himayesine ihtiyaç duyduğu tespiti yapıldığı görülmektedir. Ancak bu tespitler oldukça “diplomatik bir söylemle” ÇED raporlarına girmiş olup, sömürü geçmişinden ve/veya “ağzı çok sıkı olan”, çok uluslu şirketlerin üretim hedeflerinin çok yönlü sonuçlarından kaynaklandığı ilişkisine yer verilmemektedir.

Günümüzde hala Afrika, Asya ve Latin Amerika'daki iki milyar insan güvenli suya ve hastane hizmetine erişememektedir. Ekonomik olarak büyüme ümidi olmadan yaşamaktadır. Milyonlarca bebek, çocuk ve anne; kirlenmiş sular nedeniyle dizanteri ve bozulmuş yiyeceklerin neden olduğu diğer hastalıklardan dolayı yaşamını kaybetmektedir. Enerji kaynağı olmadan gelişme hayal bile edilememektedir. Yoksul ülkelerde yeni bir yatırım yapılamadığı gibi, yoksul halkları için umut ışığı veya bir fırsat bulunmamaktadır. Bu sonuç neden ortaya çıkmıştır? Gelişmiş ülkelerin sistematik olarak, yoksul ülkelere dayattıkları taktikler/politikalar ile geliştirilen ekoloji üzerinden emperyalist yaklaşımlar yoksul ülkelerin insanlarına ve içinde yaşadıkları doğal kaynaklara zarar vermektedir (Karaman, 2019:299-310).

Afrika’nın değerli taşlarını ve minerallerini çıkartılmasında, Batı ve Güney Afrika'daki elmas ticaretinin insani maliyeti nispeten iyi bilinmektedir. Elmas, fildişi, boksit, petrol, kereste ve mineraller gibi doğal kaynakların çıkartılmasının Afrika çevresi üzerinde yarattığı yıkıcı etkiler daha az bilinmektedir. Hint Okyanusu,  15. yüzyıldan beri küresel ticaretin yapıldığı yer olmuştur. Sömürgecilik, yerel ekonomik sistemler üzerine inşa edilmiştir. Günümüzün devasa endüstrilerin ve süreçlerin birçoğu faaliyetlerini bu sistemde sürdürmektedir. Mücevher ve maden madenciliği gibi diğer endüstriler de dünyanın ekolojik sürdürülebilirliğini yok ederek ormansızlaşmaya ve doğal habitatların yok olmasına yol açmaktadır. Ayrıca zengin madenlerin üzerinde yaşayan halklarda “sermaye birikimi” gibi çoğaltan etki de ortaya çıkmamaktadır. Doğal kaynakların yok edilmesine sağlayan sınırsız sömürünün çoğunun, kökenlerini sömürgeciliğin ilk dönemlerine kadar izleyebilmek mümkündür.

Günümüzde, Malezya Borneo'daki ormansızlaşma da, palmiye yağı ve keresteye yönelik devam eden küresel talep nedeniyle hızlanmaktadır. Myanmar'da (eski adıyla Burma), ham emtia ticareti yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Sömürge yönetimi altında, mineral, kereste ve afyon ihracatı muazzam bir şekilde genişleyerek, doğal kaynaklar üzerinde çok şiddetli bir baskı oluşturmuştur. Bu bölgeler, çok uluslu şirketler yönüyle, milyarlarca dolarlık ciddi bir gelir kapısı ise de, ülkenin en fakir bölgeleridir. Yaygın insan hakları ihlallerine ve çevre felaketlerine ev sahipliği yapmaktadır. İnsani yardımlar sömürge geçmişi olan ve hala sömürülen ülkelerin ayağa kalkmasına yetmemektedir.

2004 yılında 130.000 ölümün olduğu Hint Okyanusu Tsunamisi’nde, ölümlerin %80'inin kadın olduğu belirlenmiştir. Afetlerde kadın ve çocuklar, erkek nüfusa göre %75 daha savunmasız durumdadır (Frankenberg vd., 2011). Afetlerin doğrudan etkilerinin yanı sıra kadınlar; az gelişmiş toplumların karakteristiği haline gelmiş: sağlık sorunları, cinsel sağlık, üreme sağlığı ve şiddet sorunlarıyla da, karşı karşıya kalmaktadır.

Neumayer ve Plümper (2007) çalışmalarında, 141 ülkedeki afetleri araştırmış ve afetlerdeki ölümlerin doğrudan cinsiyet farklılıkları ile bağlantılı olduğunu belirtmişlerdir. 1991'de Bangladeş'teki kasırga sırasında, toplam 140.000 kişiden ölenlerin %90’ı kadınlardan oluşmaktayken, 2003 yılında Avrupa'nın sıcak dalgasında erkeklerden daha fazla kadın ölmüştür. Fransa'da ve Amerika'daki Katrina kasırgası sırasında da kadın ölümleri dikkat çekmiştir. Yine kıyısal mekânı kadınların aksine kullandığı için, tırmanma ve yüzme bilgisine sahip olan erkeklerin tahliyesi, Sri Lanka'daki afetler sırasında daha kolay olmuştur. Özetle, sosyal önyargılar ve kültürel kısıtlılıklar nedeniyle kadınlar, hayat kurtarıcı becerilere ve faaliyetlere erişememektedir (Neumayer ve Plümper, 2007: 551-566). Kuşkusuz bu bilgiler, araştırmacıların değerlendirmelerine dayanmaktadır. Mamafih geri kalmış bölgelerde yapılmış çalışmalarda ortaya çıkan araştırmanın bulgularının ortaklaşması, güvenilir analiz yapıldığı kanaatini oluşturmaktadır.

Afetlere toplumsal mukavemette, kadın ve erkek bir bütün olarak önem taşımaktadır. Ancak geri kalmış ülkelerde sosyo-ekonomik ve politik yaşam, özellikle kadınlar aleyhine bir yapısallık taşımaktadır. Kadınların kıyı yerleşimlerinde yaşamalarına rağmen, evde büyük ölçüde yaşamını sürdürmesi ve toplum baskısına nedeniyle yüzme pratiklerinin gelişmemesi bağlamında, afetlerde özellikle; sel ve deprem sırasında çok sayıda ölümle sonuçlanan olaylara yol açtığı raporlandırılmıştır. Toplumların, sosyal ve kültürel kısıtlılıkları ve normları, kadınları ve gençlerin kapasiteleri engelleyici bir özellik taşımaktadır.

Biyo-teknoloji kullanılarak, gıda artışı sağlanabilir ve hastalık ile kuraklığa dayanıklı ürünlere sahip olunabilir. Ancak çevre dostları, özgün etik gerekçelerle bu teknolojiye karşı çıkarak, sorumsuz ve ölümcül ekolojik emperyalizme işaret etmektedir. İnsana yoksulluk, ölüm getiren ve çevresel bozulmaya yol açan bu ekolojik etiketli emperyalizm (Kızılderili Seatle) durdurulmalıdır yönündeki ana tema, genellikle bilinen değerlendirmelerdir.  Roberto Esposito (2008) , ülke içindeki sürdürülebilir yönetimi sağlamak için iktidar sahiplerinin, biyopolitika (yaşam adına yürütülen bir politikayı) ve politikanın kontrolündeki bir yaşam alanına yöneltiyorsa (biyoiktidar), özetle bulunduğu ülkeyi “zarara uğratıyorsa” faaliyetlerini emperyalizm ile ilişkilendirebileceğine işaret etmiştir.

Yukarıda belirtilen kaynakların tüketilmesi ve afetlere direnç ilişkisinin tespitini destekleyen bir diğer olgu ise, 2005’li yıllardan bu yana literatürde işlenmektedir. Eko-emperyalizm tartışması, Avrupa sömürgeleştirme tarihinin eleştirel açıklamasından kaynaklanmıştır. Bu konudaki görüşleri, Alfred Crosby'in (1986) Ecological Imperialism, The Biological Expansion of Europe 90-1900 adlı eserinde bulabiliriz. Ekolojik değerler üzerinden ortaya konulan ve çevreyle ilgili (ekolojik) zarar ayak izi ortak olan yeni eko-emperyalizmin diğer eylem boyutu ise, ülkelerin sahip oldukları kaynakları kullandırmama, mevcut biyolojik çeşitliliği azaltma yoluyla yoksullaştırma olarak, jeolog ve alan ekolojisti Paul Driessen (2004) tarafından ortaya konulmuştur. Eko-emperyalizm, Paul Driessen tarafından çevre korumaya ilişkin görüşlerin gelişmekte olan ülkelere dayatılmasına işaret etmektedir. Tıpkı on altıncı ve on yedinci yüzyıldaki Avrupa emperyalistleri gibi, günümüz eko emperyalistlerinin de gelişmekte olan ülkeleri, ekolojik değerleri kullanarak ama çoğu kere çevresel bozulmaya neden olarak,  gelişmiş dünyanın yararına zarara uğrattığını savunmaktadır.

Bu etik olmayan kültür; ucuz maden çıkarma ve emek, kazançlı pazarlar ve ebedi finansal büyüme arayışıyla tüm dünyaya dokunarak yayılan serbest piyasa kapitalizminin ilkelerinin bir parçasıdır. Hiç bitmeyen arayışındaki bu yeni ekonomi büyüme, Adam Smith'ten Karl Marx ve Jon Maynard Keynes'e kadar önemli ekonomik düşünürler tarafından tarih boyunca ifade edilen etik kaygılardan çok uzak olduğu Gupta tarafından haklı olarak belirtilmektedir (Gupta, 2009: 399). Doğal kaynakların tükenmesi, kirliliğin maliyeti, konutlarda özellikle kadınlara yaptırılan üretim yoluyla kayıt dışı ekonomi ve yasal çalışma hayatının dışında gelişen insan hakları ihlalleri, sosyal gerilim ve artan fiziksel ve duygusal güvensizlik duygusunu dikkate almadığımız sürece, ekonomik büyümenin mevcut parametreleri tehlikeli bir şekilde yanıltıcı olabilmektedir. Birikim ve tüketimden bahseden bir ekonomik paradigma, herkesin ihtiyacından çok azınlığın açgözlülüğünü ifade etmektedir. Kendi ticaretlerinin yanı sıra kamu politikası gündemleri ile gerçek ulusal “olması gereken” gündemler engellenmektedir. Gupta’nın, Mumbai yakınlarındaki Enron Power enerji hattı ve boru projeleri üzerinden yaptığı çalışmalardaki değerlendirmelerinde çok net iken (Gupta, 2009: 400), aktivist gruplar, tüketici örgütleri ve insan hakları gruplarının hedef koymada, “uluslararası şirketler” kadar net olmadıklarını belirtilmektedir. Bunun nedenini, eylem gruplarını bilgilendiren çoklu bakış açıları ve ilgi alanlarına bağlamaktadır. Sonuç olarak, şirketler önemsedikleri izlenimini vermek için dili, kişileri ve programları sıklıkla titizlikle seçmektedir. Başlangıçta enerji şirketi olan ve başka şirketlerle işbirliği yapan Enron’un, yerel aktivist gruplara karşı çatışmacı bir yaklaşım benimsediği, ancak köşeye sıkıştıklarında stratejilerini değiştirdiği ifade edilmiştir. Eski aktivistleri iyi iş teklifleri ve fon sağlayarak yerel sivil toplum örgütlerini  “etkilemişler” ve buna “diyalog” adı vermişlerdir…

Kısaca afetlere karşı mukavemetsiz toplumlar az gelişmiş toplumlardır. Mamafih, emperyalist ülkelerin, koloni kurdukları ülkelerin afet planları incelendiğinde “mükemmeliyetçiliği” dikkati çekmektedir. Başka bir ifadeyle, emperyalist devletlerin bulundukları ülkelerde halkın afetlere karşı direnci bireysel olarak sosyo-ekonomik anlamda zayıf olmakla birlikte, ülkenin afet yönetim planları dikkati çekecek kadar profesyonel yapılandırılmıştır. Bu özenin nedenini, sömürü düzeni içinde el koydukları maden vb. kaynaklarının korunmasını sağlamak şeklinde de yorumlamak mümkündür.

Bugün neredeyse “bütün insanlık az veya çok oranda kapitalist sömürü ağları tarafından yutulmuş ya da bu ağlara tabi kılınmıştır. Kolonyalizm ve emperyalizm çağı boyunca yerleşmiş baskı ve sömürünün coğrafi ve ırksal çizgilerinin birçok bakımdan -bırakın silinmeyi- katlanarak belirginleştiği (Hardt ve Negri, 2012: 65) belirtilmektedir.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında sağlanan eşit olmayan güç ilişkilerinde, iklim değişikliğinin nedenleri ve sonuçları da kuşkusuz önemli bir etki faktörüdür. Bu etki faktörünün analizi, az gelişmişlik sorunlarının nereden geldiğinin daha net anlaşılması, bunları çözmeye yönelik gerekli bir ilk adımdır. Ancak iklim değişiklikleri, yeni tarım tekniklerini ve yapılaşmaları vb gelişmeleri ertelemek için uygun bir mazeret olarak kullanılmamalıdır. Çeşitli sosyal sistemlerde iktidar, zenginlik ve bu zenginliklerin kaynağı arasındaki ilişkiler ağları da dikkate alınmalıdır.  

3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

 

Sürdürülebilir kalkınma tanımında, bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişme bütünselliği temel felsefi bir değer olarak yer almaktadır. Bütün bu tanımlamalarda kullanılan sözcüklerin anlamlandırılması birbiriyle bağlantılı olup, sadece ekonomik, finansal değil, sosyo-kültürel ve doğa koruma merkezli bir koruma sağlamaktadır. Anlamlandırma ve yorumlama boşluğu ortaya çıktığında çevre koruma merkezli imzaladığımız uluslar arası etik anlaşmalar önem kazanmaktadır. Çünkü çevre korumaya yönelik tedbirler ve düzenlemeler, hak kavramı ve tanısı içinde biçimlendirilmekte ve her bakımdan dirençli toplum modeli içinde işletilmektedir. Bütün bu global ortak akıl ve ortak adım sağlamaya yönelik çalışmalara karşın; ülkesel toprak kazanma, başkalarının kaynaklarına göz dikme gibi ihtiraslara yönelik faaliyetler demokratik çalışmaları tehdit edip aşındırırken, dünya bir taraftan insan kaynaklı ve diğer taraftan da doğa kaynaklı afetlere mukavemet için zorlanmaktadır. Afetler insan hayatına, flora ve faunaya zarar vermesi bağlamında sektörel kayıplar yarattığında sürdürülebilir kalkınma hedefleri de tehlikeye girmektedir.

İklim değişikliklerinin çoğaltan etkisi yanında, kendi sürdürülebilirliğini korumak isteyen “emperyalist” yaklaşımlar, virüs gibi değişim ve dönüşüm geçirerek yeniden biçimlenmektedir. Bu gelişim hiç de demokrasinin gelişimine katkı vermemektedir. Afetler gelişmiş ve ekonomik bakımdan güçlü olmayan ülkelerde ciddi mali kayıplar yaratmaktadır. Gelişmiş ülkeler kendi mali kayıplarını, kendi kaynaklarını idareli kullanarak, ancak ekonomik bakımdan güçsüz ülkelerin kaynaklarını bitirecek şekilde tüketerek telafi etmektedir. Gelişmiş ülkeler, geçmişten gelen “ayakta durabilme” için sömürme tercihini her yeni afette yeniden ve yeniden dönüştürerek geliştirecek gibi görünmektedir.

Gelişen küresel ilişkiler ağında, sosyal-kurumsal işbirliği çalışmaları yalnızca yerel ve ulusal düzeylerle sınırlandırılamamaktadır. Özellikle kamu ve/veya kamu dışı yatırımlar için girdi olan doğal kaynakların rasyonel kullanımı, uluslararası gündemi giderek daha fazla meşgul etmekte ve giderek daha çok bir çatışma konusu haline gelebilir. Kaynak elde etmek için girişilen savaş, sürdürülebilir kalkınmayı tahrip edecek bir özellik taşımaktadır. Ülkeler silahlı çatışma durumlarında çevreyi koruyan uluslararası hukuka saygı göstermek ve bu hukukun daha da geliştirilmesi yolunda işbirliği yapmak zorundadır.

Bu durumda Atatürk'ün (1881-1938) ifade ettiği “yurtta barış, dünyada barış” (20 Nisan 1931) global yaklaşımının hayata geçirilmesi için diyalog sağlanması, uluslararası ilişkilerde doğal çevrenin korunması, ülke topraklarındaki kaynakların eko-sömürüye konu olmaması ve çatışma malzemesi yapılmaması önem taşımaktadır. Başka bir ifadeyle, evrensel–etik değerleri günün getirdiği koşullara emperyalist gayelerle sürekli çevirip, döndürmemek ülkesel ve global huzur ve çevre korumada işbirliği açısından da önem bir değerdir.



[1] Akıllı kentin kavramsal akrabaları arasında dijital kent (digital city),  ileri teknoloji kent (U-City:Ubiquitous City): Kentin idari işlevlerini ve süreçlerini sistemleştirerek yaşam kalitesini iyileştirmek ve şehir değerini yükseltmek için her yerde bulunan altyapılar, teknolojiler ve hizmetler üzerine inşa edilen ileri teknoloji geleceğin şehri, bilgi kenti (information city), düşünen kent(thinking city), yaratıcı kent(ingenious, creative city)  kavramlar yer almaktadır